Kızın Hikayesi: Annenin bedeninden kendi bedenine yolculuk

“Kızın 1958 yazında çekilmiş hiç fotoğrafı yok.”
Annie Ernaux

İnsanın “ergenlik dönemini yazması, hatırlamasından mütevellit zor bir iş”. Hele de ergenlik döneminde olanları devamlı kötü hatırlıyorsa ve bunun da fazlasıyla farkındaysa… Bu farkındalıkla da yaşadığı şeylerin, yaşadığı zamandaki korkunçluğunu ruhuna gömmenin huzursuzluğu içinde bir hatırlayıp bir bastırıp ruhsal obruklarının içinden çıkardığı-çıkaramadığı gömüyü daha da deşip içine düşebiliyor. İçine düşüp bir şekilde gömüyü görünür hale getirdiğinde de ergenlik dönemindeki yaşananların, iç dünyasında nasıl bir yer kapladığını anlayabiliyor. Ve bu dönemdeki deneyimlerin yetişkinlikte de onu nasıl belirlediğini idrak edebiliyor.

Çıkması zor, hatırlaması kolay olmayan bu dönem; yırtılan günlükler, kesilen fotoğraflar, atılan nesnelerle yok edilmeye çalışıldıkça daha da çok var olan bir dönemmiş gibi geliyor bana. Bu nedenle de her daim başucumuzda merakla keşfedilmeyi bekliyor buluyorum onu. Bu keşfin içinde de bizleri; yaşadığımız yaralayıcı olaylar, geçiş eylemlerimiz, karşı cinsle olan yakınlaşmalarımız, ilk cinsel deneyimimiz gibi önemli meselelerimiz karşılıyor. Özellikle de “cinsellikle” olan tanışmalarımız ya da tanışamamalarımızın zorlukları, bunları hatırlarken de unutmak istediğimiz görüntüler, sesler, tatlar ile tekrar sarmalanıyor zihnimizi. Bu sarmalanmanın yarattığı korku, hüzün, endişe ve o yaşlarımıza olan yabancılığımızın aynadaki görüntüsüyle kalakalmalarımız da sıkça duyumsadığımız şeyler sanırım. Son zamanlarda sıklıkla okuduğum yazarlardan Annie Ernaux da tüm bu bahsettiklerimi anlamaya çalışan bir ruhsallık olarak, zihnine gelen cesur satırlarıyla birçoğumuza bahsettiğim bu süreçleri anlamlandırma olanağı veren yazarlardan biri. Ve Türkçeye çevrilen son eserlerinden ‘Kızın Hikayesi’ kitabında da Ernaux, ilk cinsel deneyimi üzerinden annesinin bedeninden, kendine geçişişinin içsel çatışmasını hem geçmişte hem de şimdide kendiyle kurduğu ilişkideki anlamı üzerinden sorgularken kanımca her birimizin ruhsallığını uyarıyor.

Kızın Hikayesi, Annie Ernaux, Çevirmen: Siren İdemen, 152 syf., Can Yayınları, 2023.

‘YUVASINDAN DAHA ÖNCE HİÇ ÇIKMAMIŞ’

Diğer kitaplarıyla bu kitabı birleştirdiğimde de biraz önce bahsettiğim ruhsal keşfi yapabilmiş biri olarak görüyorum onu. Özellikle de ergenlik dönemine odaklandığı ‘Kızın Hikayesi’ kitabında ruhsal düzeneklerinin dürtülerini karşılayamamasının karşısında aldığı pozisyonları ve bugün o duygularına olan yabancılığının arasında nasıl bir özgünlük sergileyebildiğini çok iyi ifade ettiğini düşünüyorum. Beni bu kendini bulma hikayesinde en çok etkileyen, kendi annesiyle olan ilişkisi üzerinden annesinin bedeninden çıkan-çıkamayan kız çocuklarının kadın bedenine yerleşirken yaşadıkları çatışmaları anlaşılır bir şekilde ortaya koyması oldu. Sizlerde de özdeşimsel bir alan açması için kitaptaki şu satırlardan bahsetmek istiyorum.

Şunları yazmıştı Ernaux:

“Annemi görüyorum, endişe, şüphe ve hoşnutsuzluk karışımı bakışlarını, o bildik göz açtırmayan anne ifadesini.” “Kızın tam o anda ne hissettiğini, tek arzusunun ne olduğunu biliyorum: Annesinin bir an önce çekip gitmesi, trene binip eve dönmesi. Rouen’da aktarma yapma gerekçesiyle kızın yalnız seyahat etmesine izin vermeyen annesinin yanında görülmekten, iki hafta sonra on sekiz yaşına basacağı ve eğitmen olarak işe alındığı halde kampa bir çocuk gibi getirilmekten duyduğu öfke ve utançla içten içe köpürüyor.” “Şunu söyleyelim: Ailesinden ilk kez ayrılıyor. Yuvasından daha önce hiç çıkmamış.” “Dış dünya ona tamamen yasak olmasa da babası için endişe, annesi için kuşku nesnesi. Bir partiye gitmesine bugüne kadar asla izin verilmedi. İlk kez üç ay önce bir karnavalda dans etti, annesi oturduğu yerden gözlerini bir an bile üzerinden ayırmadı.” “Ailesinden ilk kez ayrılıyor. Yuvasından daha önce hiç çıkmamış.” “Tek çocuk olarak üzerine titreniyor, altı yaşındayken ölen ilk kız evladın ardından doğduğu ve kendisi de beş yaşındayken tetanostan az kalsın öleceği için aşırı korunuyor. Dış dünya ona tamamen yasak olmasa da babası için endişe, annesi için kuşku nesnesi. Yanında yaşça büyük bir kuzeni ya da bir sınıf arkadaşı olmadıkça dışarı çıkamıyor. İlk kez üç ay önce, Place des Belges’de kurulan çadırdaki Karnaval Balosu’nda dans etti, annesi oturduğu yerden gözlerini bir an bile üzerinden ayırmadı.” “Annem kuşkularını akıl almaz bir şantajla açığa vurdu: Adet görmezsen Ziraat Okulu Balosu’na gitmek yok!” “Masum olduğuna inandığını sanmıyorum. Ona göre, nedeni ne olursa olsun, adetin kesilmesi bir şekilde yaz kampıyla bağlantılı, bilinmeyen bir suçun işaretiydi: Kızı, işlediği günah yüzünden cezalandırılmıştı. O da ben de ağza alınmayacak bir leke olarak, bundan kimseye söz etmiyorduk.”

BİR KIZ ÇOCUĞUNUN KENDİ ÖZERKLİĞİNE GEÇİŞİNİ NE BAŞLATIR?

Bir annenin hissettiklerini ve hissettirdiklerini çok net ortaya koyan bu cümlelerin bir kız çocukta, bir genç kızda ve de bir kadında nelere neden olabileceğini tahayyül edebiliyoruz sanırım. Çünkü biliyoruz ki anneler, kızlarına ilettikleri arzular, yasaklar ve cinsellik öyküleriyle (ödipal meseleler, korkular, cinsel deneyimler…) kız çocuklarının cinselliklerini belirlerken, bir kız çocuğunun özgürce kendini büyütebilmesine de engel olurlar. Böylesine saran ve bırakmayan annelerin deneyimleriyle kuşatıldığında da bu kız çocukları büyüseler bile kendi seslerini duymaları çok güç olur. Bu nedenle de kuşaklar aşırı iletilen kadınlık formunun katılığından çıkıp, özgün ve özgür bir kadın olmak aynı Annie Ernaux’nun yazdığı gibi çok zor ve kazalara açık bir durum olarak yaşamda var olur. Peki gerçekten bir kız çocuğunun kendi özerkliğine geçişini ne başlatır? Ve kuşaklar aşırı belirlenmiş bu kadınlık formunun değişiminin ön koşulu ne olabilir? Bu soruların cevabı elbette çok geniş ancak kısaca bir şeyler söylemem gerekirse; bu sürece öncelikle var olan anneden ayrışabilmek için “anneden” farklı düşünmeye niyet etmekle başlanabilir. Niyetin peşinden de cesaretle ve de zahmetle annenin bedeninden fiziksel olarak çıkan genç kızın ruhsal açıdan da kendini o “bedenden/ruhtan” çıkarması ve bunu da eyleme dökmesi gerekir. Fakat bu ruhsal anlamdaki ayrışma, ayrı-lık, farklı-lık düşünüldüğü kadar da kolay bir süreci beraberinde getirmez. Henüz daha çok küçükken, bebekken başlayan bu ayrı-lık meselesi zirvesini ergenlik döneminde yapar. Ergen bir genç kız, yaşadığı bedensel, hormonal ve ruhsal dönüşümle annesine – babasına ve içinde bulunduğu topluma mesafelenir. Kendi arzularına odaklanmaya başlar. Çünkü artık kendi özgünlüğüne ulaşmak için hevesli ve güdümlüdür. Ve kendi özgünlüğüne ulaşmaya çalışırken de daha çok annesiyle cinsellik ve kadınsılıkla ilgili çatışmalar yaşar. Aynı Annie Ernaux’un kitabında yazdığı gibi…

Bu çatışmalar, bazen çok direkt bazen de çok dolaylı ya da görünmez olur. Annie’nin de okuduğum kadarıyla ergenliğinde annesiyle direkt çatışmasa da annesinin birçok korkusunu eyleme dökerek ve de gerçek kılarak annesiyle çatıştığını düşünüyorum. Çünkü yazdıklarında sıklıkla annesinin; onun büyümesine paralel erkeklerle yakınlaşması, cinsel birliktelik yaşaması ve bunun sonucunda da evlilik dışı gebe kalması gibi birçok korkusuyla iç içe olmasından bahsediyor. Ve bu korkuların içindeki katı anneliğin engelinden kaçarken de birçok genç kız gibi yaşadığı cinsel deneyimle travmatize olduğu bilgisini veriyor bize. Bu nedenle de kitabında bahsettiği ilk cinsel deneyimini, özgürce “cinselliği tanımak” olarak değil de annesinden çıkmanın eyleme dökmesi olarak değerlendiriyorum. Çünkü satırlarında bu deneyimin, ona haz vermekten öte acı verdiğini yazmıştı.

BİR KADININ ‘YAŞAM HİKAYESİ’NE TANIKLIK ETMEK

Şöyle yazıyordu ötekinin(erkeğin) hoyratça davranışları esnasında canının acımasına katlanırken: “Kızın canı acıyor, üşüdüğünü hissediyor ama her şeyi akışına bırakıyor.” “Dehşeti hala azalmayan o sahneyi, bu denli sefil bir duruma düşmenin dehşetini, okşanmak için dilenci gibi yalvaran ve bunun yerine tekme yiyen köpeğe dönüştüğüm o sahneyi tekrar tekrar zihnimden geçiriyorum.”

Bu cümlelerin ağrılığını hissederken, annesiyle çift olmanın korkusuyla, kendi olmanın peşinde sürüklenirken uğradığı kazayı ve bu kazanın acısını yaşayan bir kadını fazlasıyla hissettim. Ancak tüm bu katılıklara (anne ve erkeklerin) rağmen niyetine erişebilmiş, kendi cinselliğini anneninkinden ayırmış, annesiyle çift olmamış bir kızı, bir kadını da bulabildim yazdıklarında. Ki bence bu çok kıymetli ve ilham verici bir durum. O nedenle de 18 yaşındaki Annie’ye annesinin ve toplumun kör kuyularından el yordamıyla yara bere alarak kendi içini tutarak çıkabildiği için tüm kadınlar adına teşekkür ediyorum. Ve bu kitabı özellikle kadınların ve annelerin değil herkesin okumasını öneriyorum. Bir kadının “yaşam hikayesine” tanıklık etmeye, onunla beraber düşünmeye, düşlemeye, kendimizi doğurmak için ondan güç almaya fazlasıyla ihtiyacımız var çünkü. Merakla, ilgiyle ve keşifle ruhsallıklarımızı anlayabilmek, kucaklayabilmek dileğiyle…

(KÜLTÜR SANAT SERVİSİ)